İnsanlar temel gereksinimlerini karşıladıktan sonra ilkçağlardan itibaren dünyaya ve varoluşa ilişkin kafa yormaya başlamışlardır. Onları diğer canlılardan ayıran düşünme yetisinin farkına varmışlardır. “Adalet” insanoğlunun belki de en çok üzerinde durduğu, felsefe tarihinin önemli kavramlarındandır ve oldukça zengin bir tarihsel gelişim sürecine sahiptir. Felsefe tarihinden bu yana çeşitli filozoflarca çeşitli görüş ve teoriler ortaya atılmıştır. Bu kavram uzun yıllar felsefenin konu alanına girmiş ve çok tartışıla gelmiştir. Son dönemde sosyal bilimlerin felsefeden hızla kopmaya başlamasından dolayı ‘’adalet kavramı tabii olarak felsefeyi ilgilendiren bir kavram olmaktan çıkmış hukuk felsefesi, sosyolojisi gibi siyasal bilimlerin uğraş alanı içinde görülmeye başlanmıştır. Bu durumu daha açık ve anlaşılabilir bir hale getirmek için ‘’adalet’’ ve ‘’hukuk’’ kavramlarına değinmekte fayda olacağını görmekteyim.
Adalet nedir? Nerden ortaya çıkmış ve insanlar buna neden ihtiyaç duymuştur? Genel geçer bir adalet anlayışı mümkün müdür? Bundan yüzyıl önce tanımlanan adalet anlayışıyla bu günkü anlayış arasında bir fark var mıdır? Bir zamanlar adaletli olduğu düşünülen durumlar bu gün adaletsiz olarak tanımlanabilir mi? Ya da şöyle düşünelim toplumların ya da insanların içinde bulunduğu koşullar, kültürel, sosyolojik yapıları adaletin tanımlanmasında etkili olabilir mi?
Sokrat bir şölen münasebetiyle dostlarını topladı ve şu soruyu ortaya attı: ‘Adalet Nedir?’ Orada bulunanlardan dört tarif geldi. Birincisi: ‘Adalet başkasına verilmesi gereken şeyi vermektir.’ Sokrat bu cevabı yanlış buldu ve açıkladı: Mesela, aklını kaybetmiş birisinin elinden aldığınız silahı tekrar kendisine iade etmeniz adalet değildir. İkinci olarak: ‘Adalet dostlara fayda düşmanlara zarar vermektir.’ Sokrat, bunun da adalet olmadığını açıkladı: ‘İnsan bazen yanılıp kötülere dost, iyilere düşman olabilir. Bu halde adalet kötülere yardım iyilere zarar verme şekline dönüşmüş olur. Üçüncü olarak: ‘Adalet; içinde en kuvvetlinin, yani hükümdarın menfaatinin bulunduğu şeydir’ denildi. Sokrat bunun da adalet olmadığını ifade ederek ‘Hükümdarlar yanılabilir, kanunları kendi halkının ve kendinin aleyhine çıkarabilir.’ Dördüncü ve son tarifi kendisi yaparak: ‘Adalet; karşılıklı çatışma korkusunun ortaya koyduğu kanunlardır.’ der. Bir başka ifade ile ‘Zarar vermekten ve zarara zararla karşılık vermekten kaçınma adalettir diyebiliriz düşüncesindeyim. Tabii ki de adalet kavramının bu kadar ile izah etmeye çalışmak takdir edersiniz ki çok sığ kalacaktır.
Adaleti sınıflandırmak gerekirse iki dereceli sistem ile ele almak gerekir; maddi ve şekli adalet kavramı. Bu kavramlar birbiri ile ilişkili oldukları gibi farklılıklarda bulunmaktadır. Her şeyden önce, her iki adaletin anlamlan ve bununla da ilişkili olarak ilkeleri birbirinden farklıdır. Ayrıca, adil veya adil olmayan kuralların, adil veya adaletsiz uygulamasının da söz konusu olabileceği belirtilebilir; yani, kuralın adil olup olmamasının, uygulamasının adil olup olmamasından farklı olduğu belirtilebilir. Bu anlamda, her iki adalet arasında kurulabilecek ilişkinin de rastlantısal olabileceği iddia edilebilir. Ancak, her iki adaletin, sonucun adil olup olmaması anlamında birbiriyle ilişkili olduğu ileri sürülebilir. Maddi adalet olmaksızın, şekli adaletin bir anlam ifade etmeyeceği ortadır. Örneğin, adil olmayan bir kuralın, adil bir şekilde uygulanmasının anlamlı olmayacağı belirtilebilir. Öte yandan, maddi adalet de şekli adaleti gerektirmektedir. Burada da adil bir kuralın, adil olmayan uygulamasının yol açabileceği adaletsizlikler söz konusudur. Diğer bir ifadeyle adil bir sonuç için, hem maddi adaletin hem de şekli adaletin gerekli olduğu belirtilebilir.
Şekli adalet, hukuka uygun davranışla aynı anlama gelmekte, “kanun, kanun olduğu için adildir” düşüncesine dayanmaktadır. Öte yandan, şekli adalet sadece hukuka bağlılık anlamına gelmemekte, hukukun uygulanması ve kamu görevlilerinin davranışıyla ilgili gereklilikleri de içermektedir. Nitekim şekli adalet çerçevesinde adil olmayan eylem, hukuk sistemindeki yetkililerin, örneğin yargıçların, doğru kuralı uygulamamaları veya kuralı yanlış yorumlamaları durumunda ortaya çıkmaktadır. Ayrıca yargısal süreçte, ayrımcılığa kadar varan ön yargılar da adil olmamayla ilgilidir. Bunlar, benzer durumlarda benzer şekilde ve farklı durumlarda farklı şekilde davranma, kurala göre işlem yapma ve kuralların davalara tarafsız bir şekilde uygulanması, yani tarafsızlıktır diyebiliriz.
Geleneksel olarak, hukuka ilişkin anlayışlara bakarsak. İlk olarak, hukuk, yetkili organlar tarafından çıkarılmış bulunan kurallar bütünü olarak tanımlanmaktadır. İkinci olarak ise, adil olan ve adil olduğu için itaat edilen hukuk olarak tanımlanmaktadır. Her iki hukuk kavramı, farklı hukuk devleti anlayışıyla ilişkilidir. Önceden ilan edilmiş ve belirlenmiş kurallarla siyasi iktidarın bağlı olması anlamındaki hukuk devleti, birinci anlamdaki hukukla ilişkilidir. İyi veya adil anlamdaki yönetimi vurgulayan hukuk devleti ise, ikinci anlamdaki hukukla ilişkilidir
Hukuk felsefesine göre adalet iki yönlüdür. Bir kararın adil olabilmesi onun hem maddi hem de şekli anlamda adil olmasıyla mümkündür. Örneğin herhangi bir olayda sonucun doğru olması kararın adil olduğu sonucunu vermez. Çünkü adalet bir sonuç değil bir süreçtir. Maddi anlamda içerikliğe uygunluk, şekli anlamda ise bu sonuca ulaşılırken geçilen süreçlerin de adil olması durumudur. Yani yeter ki adalet yerinin bulsun isterse kıyamet kopsun lafı adalet kavramının kendisiyle çelişmektedir. Adalete giden süreçte gidilen yolların da adil olması kaçınılmazdır. Adalete ilişkin bakış açısını geliştirebilmek için Ceza Hukukuna da bu anlamda değinmek gerekir. Çünkü adalet algısının büyük ölçüde zedelendiği, toplumun kanayan yarası haline gelen, mahiyeti ve “özgürlük” gibi adaleti tamamlayıcı değerlerin kısıtlanabilmesine ilişkin olarak çok daha hassas bir bakış açısını gerektirir. İnsanlar suç işlemezler arzularına, ihtiyaçlarına, beklentilerine ve kaygılarına göre davranırlar. Bunu izah etmek için işlevsel nedenlerim var: Bir insanın davranışının kanuni tipik anlamında suç olup olmadığını anlamak çok masraflı, meziyetli bir uğraştır ve işlem gerektirir. Dolayısıyla insanlar suç işledi dediğimizde son derece hadsiz bir kavram olacağı düşüncesindeyim. İnsanların suç işleyip işlemediğini bilemeyiz sadece nasıl davrandıklarını bilebiliriz. Bunu da şöyle nitelendirebiliriz; iyi – kötü, doğru – yanlış, güzel – çirkin, günah – sevap gibi kategorilerden sadece birisidir, masum – suçlu! Özetle bu tartışma tarih boyunca süregelecektir. Hukukun bir sistem olduğunu unutmamak gerektiği ve adalete ulaşabileceğimiz şuan için dünyada tek meşru yöntemin hukuk olması tüm gerçekliği ile ortadadır. Hukuk devletinin gerekliliği biz hukukçuların varlığı ile eşdeğer olduğundan en azından toplum düzeni için hukuk devletini savunmaktan bir an bile olsun vazgeçmememiz gerekir.
Hukuku ve adaleti tartışmanın aslında ne kadar siyasal bir mesele oluşunu hukukçu olmaya çalışan güncel dönem stajyeri olarak elimden geldiğince izah etmeye çalıştım.
Bu konu üstüne eğer düşünmek isterseniz sizi aklıma gelen birkaç temel soru ile baş başa bırakmak isterim.
Hukuk aracılığıyla veyahut bizzat hukuk eliyle bir adaletsizliğin meydana geldiği durumlar söz konusu olabilir mi ?
Hukuk adalete ulaşmanın bir yolu değil de yoksa adalete erişimi geciktirmek için insan eliyle tasarlanmış bir labirentler sistemi mi ?
Av. Mustafa ATA